19 Ekim 2010 Salı









İNSAN SİSTEMİNDE


RUH-VÜCUT İLİŞKİSİ








Ahmet ADANUR




Van - 2002

© Tüm hakları Ahmet ADANUR'a aittir!














GİRİŞ
 
İnsanoğlu, yaradılış karakteri gereği daima anlayamadıklarını merak etmiş, ulaşamadıklarına bir yol aramıştır. Merak konuları insana bazen faydalar sağlarken bazen de başına olmadık işler açmıştır. Özellikle felsefeciler açısından en çok merak edilen konulardan biri de Ruh konusu olmuştur. Ünlü bazı felsefeciler ruh konusunda çok enteresan fikirler ortaya koymuş ve kendilerince bu fikirlerini ispat yoluna yönelmişlerdir. Ancak ne kadar enteresandır ki her birinin ruha bakış açıları birbirinden oldukça farklı olmuştur.

Günümüzün ruhla ilgili ilim dalları olan Psikiyatri, Psikoloji ve benzeri ilimler de her ne kadar ruhla ilgili araştırma, inceleme ve tedaviler gerçekleştirme gayretinde olsa da ruhun etrafında dönüp durmuş, ancak bir türlü ona ulaşamamış, tabiri caizse ruha dokunamamışlardır.

Zaten insanın ruh konusunu anlayabilme noktasında bundan öteye geçebilmesi de mümkün olmamış ve olmayacaktır. Çünkü insanın mimarı olan Yüce Allah (CC), ayeti kerimesinde,

وَيَسْپَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى وَمَا اُوتٖيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَلٖيلًا

"Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.' (İsra-85)"

buyurarak bu konunun idrakimiz dışında olduğunu ifade etmiştir.

Bu sebeple, burada benim âcizane olarak maksadımın, Ruh konusunu açıklayabilmek olmadığı aşikârdır. Zaten ne bir felsefeci, ne bir ruh bilimcisi, ne bir tıp uzmanı, ne de bir yazarım. Ruha yakın olan meslekler dahi ruh konusunda çok ama çok aciz kaldıktan sonra benim bu konuda söyleyebileceğim ne olabilir ki?

Ruh konusunda ortaya konmuş bulunan hiçbir felsefi eseri okumuş değilim. Burada sadece ve sadece kendi düşüncelerimi ifade etmeye çalışacak ve bunu yaparken yalnızca iki temel maksadı hedeflemiş olacağım. Bu maksatlardan birisi Yüce Allah (CC)’ın kudretinin büyüklüğünü bir kez daha ortaya koymak, diğeri ise insanın kendi öz varlığını dahi anlamaktan bihaber olarak ne derece aciz bir varlık olduğunu ispatlamaktır.

Yazıdaki fikirlerin şahsıma ait olması sebebiyle, her hangi bir kaynak belirtmememin yanı sıra, bu ya da benzeri bir konuda araştırma yapacaklar için de bu yazıdan kısmen ya da tamamen alıntı yapılarak bir kaynakmış gibi gösterilmesinin yanlış olacağını hatırlatmak isterim.

Ruh konusunda burada ortaya konulan fikirlerin doğruluğu hususunda, yukarıda da belirttiğim şekilde hiçbir iddiam yoktur. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu mutlaka ve yalnızca Yüce Allah (CC) bilir. Yüce Allah (CC) yanlış düşünmekten bizleri muhafaza eylesin.












TANIMLAR

CAN :
Vücut mekanizmasının çalışıyor olması hali; yani kalp, beyin ve diğer vücut organlarının faaliyette olması durumudur ki Ruh ile eşdeğer olmadığı gibi manevi bir varlık anlamına da gelmez.

RUH :
1. ANLAMI :  Faal yani canlı olan vücudu kullanarak faaliyetlerini sürdüren manevi varlık.
2. ANLAMI : Cebrail. 
3. ANLAMI : Vahiy.

BEYİN :
Ruhtan aldığı emirler doğrultusunda kendi iç ünitelerinin ve tüm vücut organlarının çalışmasını düzenleyen organ.

KALP :
1. ANLAMI :  Kan dolaşımı yaptırarak canın, yani vücut faaliyetinin devam etmesini direkt olarak sağlayan organ.  
2. ANLAMI : Ruh.

DUYU ORGANLARI :
Her türlü etkiyi beyin vasıtasıyla ruha aksettiren vücut organları.

NEFİS :

1. ANLAMI :  Kötü istekler, yani şeytan.
2. ANLAMI : İnsan (Bir bütün olarak).

İFADELERİMİZDE BU TANIMLARIN DAİMA BİRİNCİ ANLAMLARINI KULLANACAĞIZ.












 
İNSANIN OLUŞUMU

İlk yaratılma aşamasında insan, önce bir meni, sonrasında kan pıhtısı, daha sonra ise ana rahminde belli bir aşamaya kadar çeşitli değişiklikler yaşayan bir et parçası halindedir. Bu esnalarda manevi bir olguya sahip değildir. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de Mü’minun Suresi’nin 12, 13 ve 14. ayetlerinde ifade edilmektedir. Sonrasında Yüce Allah (CC) bu et parçasını aşama aşama belli organlara ve şekle sahip bir insan haline getiriyor. Anasının besinleriyle besleyerek büyüttüğü bu insan yavrusuna belli bir aşamaya gelince can veriyor. Yani kalbinin çalışmasını, vücudu içerisinde normal fonksiyonlarının meydana gelmeye başlamasını takdir ediyor. Bu esnada vücut ruhun emrine verilmiş değildir. Diğer bir deyişle henüz vücutla beraber olan bir ruh mevcut değildir. Cenin canlıdır ama bir ruha sahip değildir.
Ceninin yaratılma şekli, anlatılan bu olaylarla olurken ruh nerede, ne haldedir?
Hadis kaynakları incelendiği taktirde kainatta, hiç bir şey yaratılmadan önce, her şeyin yaratılacağı özelliklerin ve zamanın Levh-i Mahfuz’da Allah (CC) tarafından belirlendiği yani planlandığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla dünya hayatının her hangi bir döneminde yaşayacak olan bir insanın gerek ruhunun gerekse bedeninin o dönemde ve o vaziyette faaliyet göstereceği, kainat yaratılmadan önce Levh-i Mahfuz’da planlanmıştır.
Beden olayı fiziksel bir olay olduğundan bedenin yaratılışının ana karnında bir cenin halinde başladığını açıkça görmekteyiz. Ve cenin canlı hale geldiği zaman henüz bir ruha sahip olmadığını da söylemekteyiz. O halde ceninin, ruhu olmayan bir canlı olduğu dönemde, vücut faaliyetlerinin tamamıyla Yüce Allah (CC) tarafından kontrol edildiği aşikardır.
Bu esnada ruh var mıdır ve nerededir?
Bu noktada Yüce Allah (CC)’ın peygamberimize (S.A.V) hitaben “Seni yaratmasaydım kainatı yaratmazdım” hadis-i kudsisi dikkat çekmektedir. Bu hadis-i kudsiden iki anlam çıkarılabilir: Birincisi burada yaratmaktan kastın Levh-i Mahfuz’da  yaratılacağının planlanmasıdır. İkincisi ise Yüce Peygamberimizin (S.A.V) ruhunun soyut halde gerçekten yaratılmış olduğu anlamıdır.
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah (CC)’ın dünyayı yarattıktan insanın yaratılacak olduğuyla ilgili,

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنّٖى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَلٖيفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فٖيهَا مَنْ يُفْسِدُ فٖيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنّٖى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

"Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti. (Bakara-30)"

ayeti mevcuttur. Ancak daha sonra anlatılanlara bakıldığında burada kastedilen insanın, beden ile ruhun birlikte oluşturduğu insan olduğu anlaşılır ki bu durum ruhun yaratılma zamanı hakkında bize bilgi vermez.
İslam’daki “Galü beladan beri Müslüman olmak” ifadesinden de yaratılan ruhun mu yoksa yaratılması takdir edilen ruhun  mu kastedildiği anlaşılamamaktadır.
Sonuçta ruhun yaratılma zamanı hakkında kesin bir bilgimizin olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak şunu söyleyebiliriz ki kainat yaratılmadan önce hangi ruhun hangi bedenle beraber olacağı ve yeryüzünde ne zaman faaliyet gösterecekleri Levh-i Mahfuz’da  bellidir. Tabi ki  bu ruh ve beden en ince ayrıntısına kadar tüm özellikleri ile bellidir. Nihayetinde ana karnında bir et parçası şeklinde oluşup belli bir aşamadan sonra kendisine yaratıcısı tarafından can verilen cenin bir süre (?) daha ruha sahip olmadan hayatına canlı olarak devam eder.
Yüce Allah (CC)’ın takdir edeceği zaman gelince ana karnındaki bu bedene, ona ait bir ruh verilir ve ruh bedenin tüm zerrelerine yerleşerek onunla bütünleşir. Bu aşamadan sonra cenin artık bir bireydir. Normal bir birey gibi acı, sevinç, üzüntü, heyecan gibi hisleri aynen yaşar. Çünkü bu hisler ruha özgüdür. Ruh ise artık bedenle beraberdir. Ruha sahip ceninin bu hisleri yaşadığı tıbbi araştırmalar sonucunda da ispatlanmaktadır.
Cenin, dünyada yaşayabilecek hale gelene kadar ana karnında kalmaya devam eder. Bu süre içinde de büyümeye ve hisleri gelişmeye devam eder. Her şeyi takdir eden Ulu Allah (CC)’ın belirlediği zaman gelince de doğum olayı ile karanlık mekanı terk ederek dünyaya açılan bir bebektir artık. Ana karnındaki ruh-beden ikilisinden farkı, yaşadığı ortamın ve görüş alanının değişmesi ve genişlemesi, karşı karşıya kaldığı fiziksel olayların farklı olması, içerisinde bulunduğu sıcak ortamın farklı olmasıdır.





RUH – VÜCUT İLİŞKİSİ VE SİSTEMİN ÇALIŞMASI

         İnsan temelde Vücut ve Ruhtan müteşekkildir. Bu iki temel unsurdan oluşan insan, maddi ve manevi iç ve dış etkenlerden etkilenir. Etkilenme olayı Ruh için geçerlidir. Çünkü hisseden varlık odur. Ancak bu etkilenme sonucunda Ruh kendisinde meydana gelen değişmeleri, duyguları bedene aksettirecektir. Dolayısıyla ruhta meydana gelen olaylar vücutta kendini gösterecektir. Yani ruhun kendisine yapılan etkilere karşı verdiği tepkiler vücutta kendini gösterir.
         Ruhun, etkilere karşı nasıl tepki göstereceği hususu o ruhun karakterine bağlı olup her şahıs için farklıdır. Kimileri belli olaylar karşısında çok soğukkanlı olabilirken kimileri de aynı olaylar karşısında büyük bir heyecana kapılıp eli ayağı birbirine dolaşmış hale gelebilirler. Birilerinin çok sevindiği hususlara birileri hiç sevinmeyebilir. Birisinin çok utandığı bir durumdan bir başkası hiç utanmayabilir.
         Yüce Allah (CC) her ruhu farklı karakterlerde, farklı değer yargılarında yaratmış olmasına rağmen, sahip olduğu özellikleri değiştirme imkânını da yine o ruhun iradesine vermiştir. Ruh, kendi davranışlarında ve değer yargılarında istiyorsa kendi iradesiyle değişiklik yapabilir. Ancak bu değişikliği yapabilmesi için vücuda ihtiyacı vardır. Diğer bir deyişle bu değişme Ruh-Vücut fonksiyonlarının işlerliği ile meydana gelebilir. Ruhun, belli karakterleri üzerinde değişiklik yapabilmesi kolay olurken bazı karakterlerini değiştirmesi zor, bazı karakterlerini değiştirmesi ise imkânsızdır. Bu karakter gruplarının takdiri Yüce Allah (CC)’a mahsus olup insanı, kendisi tarafından değiştirilmesi zor olan kötü karakterleri hakkında sorumlu tutmayacağı hususu Yüce zatı tarafından ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim Bakara Suresinin 286. ayetinde,

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لَا تُؤٰاخِذْنَا اِنْ نَسٖينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهٖ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا اَنْتَ مَوْلٰینَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ

 "Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): ‘Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.’ "

buyuran Yüce Allah(CC) elbette ki Er-Rahman sıfatı ile insanları esirgeyen merhametlilerin en merhametlisi olan varlıktır.
         Ruhun değiştiremeyeceği karakterlerine “Huy” denir ki Yüce Peygamberimizin “Dağların yer değiştireceğine inanın da insanın huy değiştireceğine inanmayın” şeklindeki hadisi düşündürücüdür. Bu hadis gösterir ki atalarımızın söylediği “Can çıkar, huy çıkmaz”, “Beşikte giren huy teneşirde çıkar” gibi sözler de asılsız değildir.
         Ruhu etkileyen hususlar yalnızca dünyevi hususlar olmayıp, kötü nefis duyguları yani şeytanî duygulardan ya da diğer bir deyişle şeytan tarafından da yoğun şekilde etki altına alınmaktadır. Dünyevi etkenlerle şeytan etkeni arasındaki temel fark, şeytanın insanı sürekli kötü yola iletmeye çalışmasıdır. Diğer etkenlerin ise bir kısmı iyiye, bir kısmı kötüye iletecek niteliklere sahiptirler.
         Ruh ile vücut arasındaki işleyişin kısaca şu şekilde olabileceği tasavvur edilebilir:
         Dünyada mevcut olan maddi ve manevi iç ve dış etkenler, insanın duyu organlarına ulaştıklarında, bu organların vasıtasıyla insan beyninin algılama, yani hissetme ünitesine aktarılırlar. Tıp dünyası bunun sinir hücreleri vasıtasıyla gerçekleştiğini ifade etmektedir. Algılama ünitesine ulaşan bu sinyaller burada etkinin mahiyetinin anlaşılabileceği hale getirilecek (gelecek) şekilde işlendikten sonra çıkış sinyali, yani söz konusu etkinin mahiyeti yine aynı ünite tarafından ruha iletilir. Dolayısıyla ruh, bu dış etkinin mahiyetini beyin vasıtasıyla, diğer bir deyişle vücudun beyin organını kullanarak anlamış olur.
         Etki hakkında algılama ünitesinden ruha ulaşan bilgiler, ruhta etkiye karşı bir tepki oluşturur. Ancak ruh, söz konusu etkiye karşı yalnızca beynin algılama ünitesinden gelen bilgiler sonucunda tepki göstermez. Ruhun göstereceği tepkinin mahiyeti hususunda başka etkenler de işin içine girer. Bunları başlıca iki kısma ayırmak mümkündür.
Birincisinin oluşumu şu şekilde açıklanabilir: Şayet ruh arzu ediyorsa (ki insanın cüz-i iradesini kullanıp kullanmama kararı ruhun yetkisindedir) beynin Emir Alma Ünitesine emir vererek (ki emir alma ünitesi yalnızca ruhtan emir alır) söz konusu etkinin mantıki durumunun araştırılmasını ister. Emir Alma Ünitesi bu emri yine beyin içerisindeki Emir Verme Ünitesine ulaştırır. Bu ünite, Algılama, Düşünme ve Sonuç Bildirme ünitelerine emri ulaştırarak algılama ünitesinin, etkinin mahiyetini düşünme ünitesine ulaştırmasını; düşünme yani akıl ünitesinin etkinin mahiyetini yorumlamasını ve belli referanslarla karşılaştırmasını, sonuçta da etki hakkındaki mantıkî değerlendirmeleri sonuç bildirme ünitesine göndermesini; sonuç bildirme ünitesinin de bu müspet sonucu ruha ulaştırmasını sağlar. Bütün bu olaylar sonucunda ruh, dış etkiye karşı göstermesi gereken tepkiyi kendi isteğine göre gösterme iradesine sahip olduğu halde, bunun yanı sıra yine kendi değer yargılarına göre belli kurallar çerçevesi altında nasıl bir tepki göstermesi gerektiğini de araştırmış olur.
Dikkat edilirse bu araştırmayı yapma iradesi ruhun elinde olmakla beraber, söz konusu araştırmayı yapabilmesi, ancak ve ancak beynin faaliyetlerinin gerçekleşmesiyle mümkün olabilmektedir. Diğer bir deyişle ruhun bu isteğini gerçekleştirebilmesi vücudun beyin organını kullanması ile mümkündür.
Ruhun etkiye karşı nasıl bir tepki göstereceği hususunda kendisini etkileyen ikinci etken ise Kötü Nefis yani Şeytan’dır. Şeytanın ruhu etkilemesi, daha önce bahsedilen etkilemeden farklıdır ki öncekiler ruhun talimatları ile meydana gelirken şeytanın ruhu etkilemesi direkt olarak gerçekleşmekte, ruhun buna bir engeli söz konusu olamamaktadır. Ruhun direkt olarak engel olamadığı şeytana dolaylı olarak engel olabilmesi mümkündür ve Allah (CC)’ın emridir.
Bu dolaylı olarak engel olabilme şekli, bundan önce bahsedilen beynin akıl yani düşünme ünitesinin kullanılması sayesinde olacaktır. Doğruların, yanlışların ve yaşayışta neleri referans alacağının kendisine bildirilmiş olduğu ruh, daha önce işleyişinin nasıl yapıldığının anlatıldığı gibi, beynin düşünme ünitesini kullanmakla, doğrulara ulaşmakla, şeytanî duyguları mat etmekle ve sonuçta doğruları uygulamakla Allah (CC) katında mükelleftir. Araf Suresinin 15. ve İsra Suresinin 63. ayetlerinde belirtildiği gibi şeytana kıyamete kadar insanları kandırma yetkisi verilmiş olsa bile Zuhruf Suresinin 62. ayetinde olduğu gibi insana da şeytanı dinlememesi Allah (CC) tarafından defalarca emredilmiştir.
Ruh-Vücut ilişkisi hususuna kısaca bu şekilde değindikten sonra, Ruh-Vücut bütünlüğünü oluşturan elemanların bu bütünlük içerisindeki görevlerini ayrı ayrı ele almakta fayda vardır. Bu unsurları tek tek ele alarak açıklamaya çalışalım:

a) İÇ VE DIŞ ETKENLER
Bu etkenler zaten mevcut olup insanın ömrü boyunca gördükleri, duydukları, yaşadıkları ve benzeri etkenler olup, ruh, bunların mahiyetini vücudun duyu organları vasıtasıyla anlayabilmektedir. Her bir etken, onunla görevli olan duyu organı vasıtasıyla beyne gelen bilgi sinyalleri ile algılanabilir. Mesela görme olayı göz organı vasıtasıyla gerçekleşecektir ki bu durumda gözü sağlam olmayan bir insanın görme olayını yaşaması beklenemez.

b) DUYU ORGANLARI
İnsanı ömür boyunca etkileyen etkenleri algılamakla görevli bu organlar, ruhun beyne, beynin de kendilerine emir vermesi sonucu yaptıkları duyum yani algı işini yine beyin vasıtasıyla ruha bildirirler. Vücudun kan pompası görevini yürüten kalbin, aktardığı kandan enerji alarak canlı kalan duyu organları, beyinden emir alarak faaliyet gösterir ve faaliyetleri sonucu elde ettikleri bulguları yine beyne gönderirler.
Tıp ilmi, duyu organları ile beyin arasındaki ilişkiyi sinir hücrelerinin gerçekleştirdiğini (sağladığını) tespit etmiştir. Duyu organları beş tane olup, bunlar göz, kulak, burun, dil ve deridir. Görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunma duyularını gerçekleştirirler. Dikkat edilirse bu organlar vücudun dış yüzeyini tamamen kaplamışlardır. Bu durum, duyu organlarının dış dünya ile bağlantı oluşturduklarının bir ispatı gibidir.

c) VÜCUDUN DİĞER KISIMLARI
Beyin, kalp ve duyu organlarının dışında kalan vücudun diğer kısımlarının, ortak olarak gerçekleştirdikleri çalışmadaki görevlerinin, vücudun faaliyetlerini sürdürebilmesine yani canlı kalmasına katkıda bulunmak olduğu söylenebilir. Bu organlardan her biri farklı bir görevi üstlenerek, bu ortak görevde paylarına düşeni yapmış olurlar. Genel olarak, hayati sıvı olan kanın gerekli besinleri yüklenmesini ve içerisindeki zararlı maddelerin atılmasını sağlayan bu organlar grubundan her biri, yine aynı kandan enerji alarak canlı kalmaktadırlar. Kanı bu organlar üzerinden dolaştırarak, organların kandan olması gerektiği şekilde faydalanmalarını sağlayan organ ise Kalptir. Bu organlar ruhun beyne, beynin de kendilerine verdiği talimatlar sonucunda düzenli çalışabilmektedirler.

d) KALP
Hayati sıvı olan kanı pompalayarak vücudun tüm organlarına ulaşmasını sağlayan Kalp, dolaylı olarak vücudun tüm organlarının kendilerine ulaştırılan bu kandan gerekli enerjilerini alıp canlı kalmalarını sağlar. Kendisi de aynı kandan enerji alarak canlı kalır. Çalışması, vücudun genelinin canlı kalması hususunda bütünüyle önem taşıdığından kendisine “Hayati Organ” denilmiştir. Çünkü vücudun diğer organlarının faaliyetlerinin birleşmesi ile “Hayati Sıvı” haline gelen kanın, vücudun geneline yayılarak enerji vermesi olayını tek başına sağlamaktadır. Bu özelliğinden dolayı bazen ya da bazı kimseler tarafından kalbin, vücudu yöneten organ olduğu sanılsa da bu doğru olmayıp kalp, diğer organların da yardımları sonucunda vücudu canlı tutan organdır. Kalbin düzenli çalışması, ruhun beyne ve beynin de kalbe verdiği talimatlar sonunda gerçekleşmektedir.

e) BEYİN
Vücut faaliyetlerinin yönetim organı olarak kabul edilse de emir verme işini ruhtan aldığı emirler sonucunda gerçekleştirmektedir. Bu durumda beyne, ruh ile vücut ilişkisine aracılık eden organ olarak bakmak daha doğru olur. Çünkü ruh, direkt olarak beyne talimat vermekte, beyin ise bu talimatı gerçekleştireceği şekilde emirleri vücut organlarına ileterek ruhun talimatının yerine gelmesini sağlamaktadır. Bunu gerçekleştiren beyin aynı zamanda vücudun durumunu da ruha bildirerek ters yönde bir iletim de sağlamış olur.
Kalbin gönderdiği kandan enerji alarak canlı kalan beyin, tıbbın araştırmasına göre diğer organlardan çok daha fazla enerji tüketmektedir. Ruh ile vücut arasındaki ilişkiyi kuran beyne, birisi soyut diğeriyse somut iki varlık arasında ilişki kurabilmesi yönüyle çok ilgi çekici bir organ gözüyle bakılabilir.
Beyni birkaç farklı ünitenin bileşkesi olarak düşünmek doğru olacaktır. Bu üniteleri farklı isimlerde ve farklı özelliklerde düşünebilmek mümkündür. Biz bu üniteleri farklı altı ünite olarak düşünüp, Emir Alma, Emir Verme, Sonuç Bildirme, Algılama (Hissetme), Hafıza ve Düşünme (Akıl) ünitesi olarak isimlendirebiliriz. Bu şekilde bu gruplandırmayı doğru olarak kabul edersek bu durumda ruh ile vücut arasındaki ilgiyi kuran ünitenin emir alma ünitesi olduğu anlaşılır. Ruhun emir alma ünitesine nasıl emir verdiği hakkında bilgimiz yoktur. Bu ünitenin sinir hücrelerinin ruh tarafından doğrudan etkilenmesi sonucunda bu hücrelerin ilgili sinyallere sahip olup bunları ilgili yerlere ulaştırması şeklinde olduğunu düşünebiliriz.
Ruhtan doğrudan emir alan emir alma ünitesi, ruhun, hücrelerine yüklediği sinyalleri, ait oldukları yerlere ulaştırmak için gerekli sinyalleri yine sinir hücreleri ile emir verme ünitesine ulaştırır. Emir verme ünitesi ise, gerek beynin diğer ünitelerine gerekse vücudun tüm organlarına, emir alma ünitesinden kendisine ulaşan emirleri ve gerekli talimatları vererek söz konusu ünitelerin veya organların ruhun istediği biçimde çalışmasını sağlar.
Beynin algılama ünitesi, bir yandan duyu organlarından kendisine ulaşan sinyallerin mahiyetini ruha bildirirken bir yandan da şayet ruhun kaydedilmesini istediği bir şeyler varsa bunları hafıza ünitesine gönderir. Hafıza ünitesi ise bunları kaydeder. Şayet ruh, belli bir konu hakkında düşünülmesini veya değerlendirme yapılmasını istemişse, bu durumda algılama ünitesi algılanan bilgileri düşünme (akıl) ünitesine de gönderecektir. Emir verme ünitesinden bir konu üzerinde değerlendirme yapma emri alan düşünme (akıl) ünitesi, bu emri yerine getirebilmek için konu hakkında algılama ve hafıza ünitelerinden gerekli bilgileri alarak gerekli değerlendirmeleri gerçekçi olarak yapıp sonuçları sonuç bildirme ünitesi vasıtasıyla ruha bildirir. Yine emir verme ünitesinden aldığı emirle faaliyet gösteren sonuç bildirme ünitesi, yalnızca düşünme ünitesinden kendisine ulaşan müspet sonuçları ruha ulaştırır. Bu üniteler vücudun diğer organlarına ruhun verdiği emirleri ileterek bu organların faaliyetlerinin de ruhun istediği biçimde devam etmesini sağlar.
Ruh ile vücut arasındaki sentezi sağlayan beynin bazı kısımlarında sağlık sorunlarının veya fiziksel sorunların ortaya çıkması ruh ile vücut arasında ilişkiyi derhal etkilemektedir. Mesela emir alma veya verme ünitesinin sağlık yönü ile yetersiz olması ruhun vücuda emir komuta etmesine mani olacaktır. Hafıza ünitesinde ortaya çıkan sorunların insanın geçmişle ilgili hususları hatırlamamasına sebep olabileceği tıbbi bulgularda ortaya çıkmaktadır. Düşünme yani akıl ünitesinde ortaya çıkan sorunların, insanın “Akıl Hastası” unvanını taşımasına sebep olacağı aşikârdır. Sonuç olarak şu anlaşılır ki beynin belli bölge ya da bölgelerinde ortaya çıkan sorunlar, ruhun vücudu kontrol etme imkânını kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracaktır.
Ruh ve vücut arasında bağlantı kurarak sistemin işleyişinin kilit noktasını oluşturan beynin ruh ile vücut arasındaki bağlantıyı nasıl sağladığı hususunda özellikle düşünmek gerekir. Şu husus hemen vurgulanmalıdır ki, vücudun bir organı olan beyin ile vücudun diğer tüm kısımları arasındaki anlaşmalar, nöronlar (sinir hücreleri) vasıtası ile gerçekleşirken, ruhun bir maddiyat özelliğine sahip olmaması, beyin ile ruh arasındaki anlaşmanın nöronlar vasıtasıyla gerçekleşemeyeceğini göstermektedir. O halde somut ile soyutun arasındaki bu ilişki nasıl sağlanmaktadır. Bunu şu şekilde açıklamak mümkündür:
Vücutla ilgili tüm fiziksel olaylar nöronlar vasıtası ile beyne ulaştığında bu bilgiler beynin üniteleri üzerinde farklı farklı Nörolojik Sinyaller oluşturmaktadırlar. Farklı olaylar karşısında beynin üniteleri üzerinde birbirlerinden farklı olarak meydana gelen bu nörolojik haritalar ruh tarafından algılanmakta ve bu nörolojik bilgiler sonucunda yaşanmakta olan fiziksel olayın ne olduğu ve nasıl gerçekleştiği ruh tarafından anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle ruh, beyin üzerindeki nörolojik sinyalleri direkt olarak okuyabilmektedir. Ruha hangi nörolojik haritanın ne anlama geldiği hakkındaki bilgiler ve beyin üzerindeki nörolojik sinyalleri nasıl inceleyeceği ilmi elbette ki Yüce Allah (CC) tarafından verilmiştir. Beyin ünitelerindeki nörolojik durumları vücudun şartları ne olursa olsun, sürekli olarak kontrol eden Ruh, Yüce Allah (CC)’ın kendisine ihsan ettiği bu olağanüstü ilim sayesinde gerekli tepkileri de ortaya koyarak vücudu kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmektedir.
Ruhun, vücudun mevcut durumunu kontrol etmesi bu şekilde olurken, vücuda emir vermesi de bunun tersi istikamette ve benzeri şekilde olmaktadır. Yani ruh tarafından manaları anlaşılabilen nörolojik sinyaller veya haritaların benzeri olan sinyaller, ruh tarafından beynin emir alma ünitesi üzerinde oluşturulabilmekte ve ilgili nöronlar vasıtasıyla beyinden diğer organlara ulaştırılarak vücudun yönetimi sağlanmaktadır.
Bu ilim ve yetenek, ruha, Yüce Yaratıcısı tarafından ihsan edilmiştir. Beynin emir alma ünitesi üzerinde bizatihi ruh tarafından oluşturulan bu nörolojik sinyal veya haritalar, beynin ilgili ünitelerinden geçtikten sonra yine nöronlar vasıtası ile vücudun ilgili noktalarına iletilmekte, böylece ruhun vücuda emir verebilmesi mümkün hale gelmiş olmaktadır. Vücudun mevcut durumunu kontrol etme ve vücuda gerekli emirleri verme işlemleri, ruhun beynin nörolojik sinyallerini sürekli olarak incelmesi ve gerekli nörolojik sinyalleri yine beyne yüklemesi sonucunda ruh tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu olayların gerçekleşme şekli dikkate alındığında, ruh ile vücut arasındaki ilişkiyi sağlayan beynin olayların gerçekleşmesinde sadece aracı olduğu, asıl aktif fonksiyonun ruh tarafından yerine getirildiği anlaşılır. Ruh, vücudun kontrolünü sağlayamadığı hususlar hakkında tabii ki sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü Yüce Allah (CC) Bakara Suresinin 286. Ayetinde hiç kimseye kaldırabileceğinden daha fazlasının yüklenmeyeceğini buyurmaktadır.
Kalbin kendisine gönderdiği kandan enerji alarak canlı kalan beyin, kalbin gerek kendisine gerekse diğer organlara nasıl bir faaliyet sonucunda, hangi basınç değerinde kan göndermesi gerektiği hususlarında kalbe talimat vererek faaliyetlerini düzenler. Vücudun çalışması, gerçekten idrak üstü mükemmel bir tam otomasyon sistemidir. İnsan, kendisindeki bu olağanüstü mükemmelliği düşündükçe her şeye kadir olan yaratıcısının sonsuz yüceliğinin farkına varır ve bu yücelik karşısında hayretler ve hayranlıklarla karşı karşıya kalır.

f ) RUH
Kur’an-ı Kerimin ayetleri incelenecek olursa Ruh kelimesinin Kur’anda üç manada kullanıldığı anlaşılır. Bunlar;
1- Cebrail (A.S.)’ın adı olarak geçmektedir. (Bakara 87, Meryem 17, Şuara 193, Meariç 4, Kadr 4)
2- “Vahiy” anlamında kullanılmıştır. (Nahl 2, Şura 52)
3- Canlılarda hayat kaynağı olan kuvvet manasında kullanılmıştır. (İsra 85, Enbiya 91, Tahrim 12)
Ruh- vücut ilişkisini incelerken, Ruh ifadesini 3. Maddede belirtilen anlamda kullanacağımız açıktır.
Kur’an ayetlerinin yanında ruh’un varlığını gösteren başka deliller de vardır. Bunları kısaca ele alalım:
1- İnsan yalnızca mevcut organlardan ibaret olamaz. Çünkü bunlar zayıftır. Kuvvetlenir, başkalaşmaya uğrar, değişir. Hâlbuki insan şahsiyeti bu tip arızalardan korunmuştur. Bugün gördüğümüz bir şahsın hakikati ne ise, bundan 30-40 sene sonrada odur. Hatta bedeninden bazı parçaları kaybetse bile durum böyledir. Bu durumda maddi bedenden başka bir şeyin varlığı ortaya çıkar ki o da Ruh’tur.
2- Ruh’un varlığına, ahlakî sorumluluğu da delildir. Eğer ruh mevcut olmasaydı, ahlaki sorumluluk düşünülemezdi.
3- İnsandaki irade, seçim özgürlüğü ve şuur, kendisinin bir maddi bedenden ibaret olmadığına işarettir. Zira beden bizatihi harekete müsait değildir. Şuurdan mahrumdur. Hâlbuki insan bir hareket ve ihtiyara sahiptir, kendi zaafına ve diğer şeylere dair şuuru vardır. Şüphe yok ki, bütün bu haller, bedenden başka olan ruhun eseridir.
4- Sapasağlam bir şekilde hayatta olan bir insan aniden öldüğü takdirde ölüm öncesinde ve ölüm sonrasındaki vücut yapısı ve organlarının durumunda hiçbir değişikliğin söz konusu olmadığı görülür. O halde insan sağken vücudun faaliyetlerini sürdürmesini sağlayan varlık, Ruh’tan başkası değildir.
Gerek Yüce Allah (CC)’ın bildirdikleri, gerekse mantıken düşündüklerimiz sonucunda ruhun varlığı hususunda hiçbir şüphemiz yoktur. Ancak bu noktada ruh hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ve araştırma imkânımızın da hemen hemen hiç olmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalırız. Acaba gerçekten ruhun mahiyetini tümüyle olmasa bile en azından belli bir oranda anlayamaz mıyız?
Ruhun mahiyeti ve bunun insan aklınca kavranmasının mümkün olup olmadığı hususu İslâm Âlimleri arasında ihtilaflıdır.
Selef (Önceki Âlimler), ruhun ilâhi bir sır olduğu ve mahiyetinin insan aklınca kavranamayacağı kanaatindedirler. Zira Yüce Allah (CC), Kur’an-ı Kerimde İsra Suresinin 85. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

وَيَسْپَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى وَمَا اُوتٖيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَلٖيلًا

"Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.' "

Halefiye’ye (ve Müteahhirin’e ) (Sonraki Alimlere) göre ise, bu ayet ruhun tümünün idrak olunamayacağına delalet etmez. Belki ruhun mahiyetinin bir dereceye kadar ve kısmen insanlar tarafından anlaşılabileceğini gösterir. “Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” ifadesinin de buna işaret ettiği görüşündedirler.
Bu durumda ruhun mahiyetini biraz olsun anlayabilmek gayesi ile hareket edersek başvurabileceğimiz kaynaklar yine Yüce Allah (CC)’ın bize bildirdikleri ve bizim ruh-vücut ilişkisi hakkındaki gözlemlerimiz olacaktır.
Kur’an-ı Kerim Enbiya Suresinin 91. ayetinde Yüce Allah (CC),

وَالَّتٖى اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فٖيهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَا اٰيَةً لِلْعَالَمٖينَ

"Irzını korumuş olan kadını da (Meryem’i de) hatırla. Ona ruhumuzdan üflemiştik. Kendisini de, oğlunu da âlemlere (kudretimizi gösteren) birer delil yapmıştık."

buyurmaktadır. Aynı konudan bahseden Tahrim suresinin 12. ayetinde ise,

وَمَرْيَمَ ابْنَتَ عِمْرٰنَ الَّتٖى اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فٖيهِ مِنْ رُوحِنَا وَصَدَّقَتْ بِكَلِمَاتِ رَبِّهَا وَكُتُبِهٖ وَكَانَتْ مِنَ الْقَانِتٖينَ

"Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi."

buyrulmaktadır.
Gerek bu ayetler gerekse İsra Suresi’nin 85. ayetindeki “Ruh Rabbimin emrindedir.” ifadesi bizi “Ruh, Allah (CC)’ın varlığından bir parçadır.” görüşüne doğru sürükler. Çünkü Meryem’e ruhumuzdan üfledik diyen Yüce Allah (CC) diğer insanlara da yine kendi ruhundan üflemiş olmalıdır ki, Meryem ile diğer insanların ruhları arasında mahiyet itibarı ile bir fark yoktur. Ancak mahiyet itibarı ile hiçbir farkları bulunmayan ruhların karakter itibarı ile birbirlerinden çok farklı oldukları da açıkça anlaşılmaktadır.
Peygamberler, Meryem ve oğlu ve benzeri bazı grupların ruhlarının mükemmelliği ortadadır. Yüce Allah (CC) İsra Suresinin 84. ayetinde,

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِهٖ فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى سَبٖيلًا

 "De ki: ‘Herkes kendi yapısına uygun işler görür. Rabbiniz, en doğru yolda olanı daha iyi bilir.’ "

buyurmakla, ruhların karakter açısından farklı özelliklere sahip olduklarını açıkça bildirmektedir. Gerek bu ayet-i kerime, gerekse sosyal toplum içerisindeki gözlemlerimiz bize çok iyi karakterli insanların (yani ruhların) var olduğu gibi çok kötü karakterli insanların (yani ruhların) da var olduğunu gösterir. Bu durumda Allah (CC)’ın varlığından bir parça olan Ruh’un kötü karakterli olması nasıl açıklanabilir?
Esasında ruhların hiçbir kötü karakterleri yoktur. Ruh’un özelliğiymiş gibi gözüken her türlü kötü karakter, Araf Suresinin 17. ayetinde belirtildiği gibi kıyamete kadar kendisine müsaade edilen şeytanın yani kötü nefis duygularının tecelli etmesiyle ortaya çıkan bir durumdur. Nefis bir kenara bırakılırsa hiçbir ruh hiçbir kötü karaktere sahip değildir.
Mükemmel karakterlere sahip olan ruhlara, şeytanın müdahalesi, ruhları kötü karakterleri de bünyelerinde bulundurur hale getirecektir. İşte burada şeytanın ruhu etkileme derecesi, ruhun şeytana karşı koyma gücünün yaradılış özelliğine bağlıdır ve ruhların farklı özelliklere sahip olmalarına asıl sebep budur.
Şayet nefis olayı olmasaydı, insanın Melekten farkı kalmayacaktı. Hiçbir kötü düşünce ve davranışa sahip olmayıp yalnızca Allah (CC)’ın emirleri üzere hareket edecekti. Ancak nefis insana Allah (CC)’ın emirlerinin zıddını emredip onu bu yöne doğru çekmeye çalıştığından insanın, yani ruhun, Allah (CC)’a itaat hususunda bir melek gibi samimiyet gösterebilmesi için nefsi yenmesi şarttır. Şüphesiz ki bu büyük güç isteyen bir olaydır. Ancak ruh bunu başardığı takdirde, nefis gibi büyük bir engeli aşarak bu başarıya ulaştığından dolayı hiçbir engelle karşılaşmadan aynı başarıyı göstermiş olan melekten çok daha yüksek bir mertebeye ulaşır. Bundan dolayıdır ki nefse engel olan ve yaratıcısının yüceliğini kendi davranışları ile ortaya koyan güzel ruh, yaratılmışların en şereflisi (Eşref-i Mahlûk, Ehsen-i Tekvim) sıfatına layık görülmüştür. Davranışlarında nefsin emirlerine göre hareket edip yaratıcısının emirlerine isyankâr davranan ruh ise Esfel-i Mahlûk sıfatı ile aşağılanmıştır. Bu husus çok açık ve net olarak, Kur’an-ı Kerim Tin Suresi’nde ifade edilmektedir.

g ) RUHUN MEKÂNI
Vücut organlarının tümü fiziksel özelliklere sahip olduklarından bu organları görerek ve çeşitli yollarla farkına vararak vücut üzerindeki yerleri hakkında bilgi sahibi olmaktayız. Ancak ruh hakkında benzeri bir bilgiye sahip olduğumuzu söylememiz mümkün değildir.
Manevi özelliğe sahip olan ruhun, mevcut özelliği hakkında bilgi sahibi olamadığımızdan vücudun neresinde bulunduğu ve hangi halde olduğu hususlarında da hiçbir bilgimiz bulunamamaktadır. Bu bilgisizlik çaresizliği içinde yine de ruhun mekânı hakkında çeşitli ihtimal ve kriterleri değerlendirmemiz mümkündür.
Daha önce bahsedilen çeşitli ayetlerde “Ona ruhumuzdan üfledik” buyuran Yüce Allah (CC), bu ifadesiyle bazı vücutlara kendi ruhundan üflediğini bize bildirmekteydi. Buna dayanarak biz de tüm ruh sahibi vücutların aynı olaya maruz kaldıkları sonucuna ulaşmıştık.
Yüce Allah (CC)’ın, ruhu, direkt olarak vücuda üflemiş olduğu ifadesinden; her ne kadar ruhun, vücudun dâhilinde olması gerektiği sonucu çıkarılabilse de bu düşünce tam olarak doğru olmayabilir. Vücudun çeşitli organlardan oluşmasına benzer şekilde Ruhun da kısımlardan oluşmuş olması mümkün ve mantıklıdır. Bu durumda Ruhun da vücudun kalp organına benzer şekilde bir merkezi bölümünün olduğu ve bir şekilde ona bağlı olan diğer kısımlarının var olduğu düşüncesi daha mantıklı olacaktır. Bu durumda ruhun merkezi olan Ruh Kalbini, vücudun dışında bir noktada değil, mutlaka vücudun içersinde aramak doğru olacaktır. Ruh kalbine bağlı olarak faaliyet gösteren Ruhun diğer kısımları ise gerek vücut içerisinde gerekse vücut dışında mevcut olabilirler. Bu durumda, Ruhu ve Vücudu birer bütün olarak düşündüğümüzde, Ruhun vücut içerisinde değil de Vücudun ruh içerisinde olduğunu söylemek daha mantıklı olabilecektir. Peki, vücudun içerisinde bulunduğuna karar verdiğimiz ruhun merkezi olan Ruh Kalbi, vücut içerisinde nerede ya da nerelerde mekân tutmuştur. Ve vücut içerisindeki mekânını değiştirebilmekte midir?
Bu husus için ortaya koyabileceğimiz ihtimalleri tek tek ele alalım. Bunu yaparken de Ruh Kalbi yerine, kısaca Ruh ifadesini kullanalım.
I ) – Ruh, vücudun tümünün üzerine (içerisine) yerleşmiştir: Böyle bir olgunun mevcut olduğunu düşünürsek, ruhun, vücuttaki tüm canlı olan kısımların içerisine yerleştiğini kabul etmemiz gerekir. Diğer bir deyişle canlı olmayan bir organ üzerinde ruhun bir parçasının mevcut olmadığını söylememiz gerekir. Bu görüşü biraz daha açıklığa kavuşturmadan önce hakkında pek yorum yapamadığımız “can” hususundaki düşüncemizi bir kez daha belirtmekte fayda vardır: “Vücut organlarının faaliyette olması halidir” şeklinde yaptığımız “Can” ın tanımına göre “Canlı” ya da “Canlı Organ” diye tabir edilenin de “Can”ın tanımındaki hale dâhil olanlar olduğu anlaşılır. Diğer bir deyişle kan dolaşımına tabi, kendi özelliğine göre gerekli hissiyat derecesine sahip ve olması gereken zamanda vücut için kendisiyle ilgili faaliyeti yapabilen vücut elemanları canlı; bu özelliklerin tersine sahip olan organlar ise ölüdürler. Şu veya bu sebeple vücuttan koparılıp vücut sistemi dışında bırakılan bir organ ya da aza, vücuttan koparıldığı andan itibaren artık canlı değildir. Ancak böyle bir olay sonucunda ruhta herhangi bir kısıtlanma, eksilme ya da rahatsızlık söz konusu olmamaktadır. O halde daha önce canlı olan bu organ ya da azanın da üzerinde kısmen mekân tuttuğunu düşündüğümüz ruhun organ üzerindeki kısmı, bu organın ölümünde sonra organı terk etmiştir. Bu olayda ruhun bu organı terk etmesinin sebebi organın ölümünden başka bir şey olamaz.
Bir organın ölümü, ruhun o organı terk etmesine sebep olduğuna göre vücuttan koparılmamış olsa dahi vücut sistemi içerisinde ölü hale gelen organ ya da azalar da ruh tarafından terk edilmiş olmalıdırlar. Çünkü bu durumdaki organların vücut sistemi içerisinde mevcut olmaları ya da olmamaları arasında hiçbir açıdan bir fark gözükmemektedir.
II ) – Ruh vücudun bir veya birkaç organı içersine yerleşmiştir. Ruhun, vücudun belli bir organı içerisine yerleştiğini düşünecek olursak bu organın, insan sistemi için vazgeçilmez, varlığı mecburi olan bir organ olması gerekir. Diğer bir deyişle ruhun yerleşim organı olan bu organın vücuttan atılması halinde, ruhun da vücut dışında kalması yani insanın ölümü söz konusu olmalıdır. Bu duruma göre inceleme yapılırsa vücutta, sistemden çıkarıldığı andan itibaren insanın ölümüne sebep olabilen iki organın var olduğu anlaşılır ki bunlar da kalp ve beyindir. O halde ruhun, kalbe ya da beyne veya her ikisine birden yerleşmiş olabileceği ihtimali üzerinde durmak gerekir.
Bu düşünce noktasında bir husus özellikle dikkatimizi çekmektedir. Tanımlar başlığı altında sunduğumuz “Kalp” kelimesinin ikinci anlamının “Ruh” olduğunu belirtmiştik. Gerçekten de ruhsal olayları anlatan ayet, hadis ve benzeri sözlerin çoğunda ruh yerine “Kalp” ifadesinin kullanıldığını görmekteyiz.
Yüce Allah (CC) Kur’an-ı Kerim Ra’d Suresinin 28. ayetinde,

اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

"Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur."

buyurmaktadır. Mü’min Suresinin 19. ayetinde ise,

يَعْلَمُ خَائِنَةَ الْاَعْيُنِ وَمَا تُخْفِى الصُّدُورُ

 "Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir."

buyrulmuştur. Bir Hadis-i Kudsi’sinde ise Yüce Allah (CC), “Ben benim rızam için kalbi münkesir olanlarla beraberim” buyurmaktadır. Yüce Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde “Kur’an kalplere şifadır” buyururken bir başka Hadisinde de “Biliniz ki Allah (CC) gafil kalple yapılan bir duayı kabul etmez” buyurmuşlardır. Yine Yüce Peygamberimizin “Allah (CC) sizin dış görünüşlerinize veya yüzlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize bakar.” Hadis-i Şerifi dikkat çekicidir. Hz. Ali bir sözünde “Kalp kör olduktan sonra gözün görmesinde yarar yoktur” buyurmuşlardır. Gerek burada belirttiğimiz ayet, hadis ve kıymetli sözlerde gerekse bunlar gibi nice ayet ve hadislerde sürekli olarak “Ruh” yerine “Kalp” ifadesi kullanılmıştır. Tasavvufta ve sosyal toplum içerisinde de “Kalp gözü açık, kalbi temiz, kalbinden geçirmek” gibi ifadelerdeki “Kalp” sözü “Ruh” anlamında kullanılmıştır.
Burada bahsedilen ve edilmeyen çok sayıdaki ifadelerde ruhu anlatmak için sürekli olarak kalbin öne çıkarılmasının ve ayrıca beyin ya da diğer organlardan birinden hiçbir zaman söz edilmemiş olmasının bir sebebi olmalıdır. Vücudun içerisinde bir et parçasından başka bir özellik taşımayan Kalp, adeta Ruhun bir sembolü halini almıştır. Öyle ki Ruh ile vücut arasındaki ilişkiyi sağlayan, vücudun en önemli organı olan beyne dahi hiç yer verilmemiştir. Bu durumun bir açıklaması şu olabilir: Soyut haldeki ruh, vücut organlarından kalbin bünyesi içerisine yerleşmiş, orayı mekân tutmuştur. Bundan dolayı da ruh içerisinde bulunduğu kalp ile birlikte ifade edilir olmuştur.
Bir benzetme yapacak olursak ruhu padişah, vücudu saray, kalbi de taht yani makam olarak düşünebiliriz. Bu teşbihe göre “Makamın bu konudaki emri nedir?” gibisinden bir sual sorulacak olsa burada kullanılan “Makam” ifadesi ile esasında o makamda oturan padişahın kastedildiği açıkça anlaşılır.
Bazı kaynaklarda bahsedilen Peygamberimizin kalbinin Melekler tarafından çıkarılıp yıkanması hadisesi de Ruhun kalbe yerleşmiş olduğu fikrini kuvvetlendirir.
Yine çeşitli kaynaklarda ifade edilen, Lokman Hekim’in, en iyi iki organ olarak Kalp ve Dili, en kötü iki organ olarak da yine Kalp ve Dili göstermiş olması hadisesinde, Kalbin Ruha, dilinse konuşmaya karşılık olduğu açıktır. Burada konuşma olayı dil sayesinde gerçekleşirken, Ruh’un faaliyetlerine devam etmesi de Allah (CC)’ın izniyle Kalp içerisindeki ikametine devam etmesiyle mümkündür. Hikâyeden anlaşılan budur.
Ruhun, Kalp ile ifade edildiği örnekler çoktur; burada yalnızca bu kadarı ile yetindik. Ruhun, Kalp içerisine yerleşmiş olduğu fikrine, Ruh-Vücut işleyişi üzerindeki bazı gözlemlerimiz ile de varabiliriz:
Hiç beklemediğimiz bir olayın gerçekleştiğini öğrendiğimiz anda olayın bizim açımızdan içerdiği duruma bağlı olarak çok yoğun ve çok ani bir üzüntü, heyecan, sevinç gibi duygulardan birini yaşarken yaşadığımız bu duyguyu tam kalbimizde hissetmekteyiz. Mesela bizim için çok üzücü olacak olan bir olayın gerçekleşmiş olduğunu hiç ummadığımız bir anda ve çok ani olarak bize bildirseler, öğrendiğimiz anda tam kalbimizde adeta kalbimiz parçalanırcasına büyük bir acı ve ağrı hissederiz. Hatta verdiğimiz örneğe maruz kalan bazı insanların acı olayı öğrendikleri anda öldüklerini de duyarız. Bu insanlar için “Kalbi bu acıya dayanamadı” veya “Kalbine indi” ifadeleri kullanılır. İşte buna benzer örneklerde o çok yoğun duygunun bunca vücut organı içerisinden yalnızca ve direkt olarak kalpte hissedilmiş olması sebepsiz olamaz. Burada bu yoğun duygudan çok etkilenen ruh, her ne kadar soyut bir varlık olsa da içerisine yerleşmiş olduğu kalbin, kendi maruz kaldığı durumdan fiziksel ve biyolojik olarak etkilenmesine sebep olmaktadır. Bu tür olaylarda vücuttaki hiçbir organın, kalbin yaşadığı bu duruma benzer bir durum yaşamadığı dikkate alınırsa ruhun kalbe yerleşmiş olduğu fikri kuvvet kazanır.
Ruh-vücut işleyişi üzerindeki başka bir incelememizi şu şekilde yapabiliriz ki, vücudun herhangi bir noktasına fiziksel bir acı verecek olsak, mesela elimize bir iğne batırsak, tabiidir ki bunun acısını hissederiz. Acıyı hissedenin, hissiyat özelliğine sahip olan ruh olduğu hususunda şüphemiz yoktur. İğne batırdığımız elimizi çeşitli kimyasal narkoz maddeleri ile uyuşturarak hissetme özelliğini geçici bir süre için kaldırsak bu durumda aynı ele iğne batırıldığında acı hissetmemekteyiz. Soyut olan Ruh, kimyasal maddelerden etkilenmeyeceğine göre birinci durumda ruhun acıyı direkt olarak el üzerinden hissetmiş olması gibi bir düşünce, ruhun kısmen elimizin bünyesine de yerleşmiş olduğu fikrini kabullendirdiği halde, ikinci durumda aynı acıyı hissetmemiş olması ilk fikrin mecburiyetini ortadan kaldırır, hatta bizi bu fikrin yanlış olduğu noktasına sürükler.
Bu denemeyi vücudun tüm organları için ayrı ayrı uygulamaya kalksak tüm organlar için durumun aynı olduğunu görürüz. Bu durum “Hisseden her vücut noktasında Ruh vardır.” mantığını ortadan kaldırır. Olayın tıbbi açıklaması da kolaydır. Vücudun her türlü etkilere karşı tepkisiz kalabileceği tolerans bölgesi Yüce Allah (CC) tarafından ruha bildirilmiştir. Ele iğne batması gibi vücudun herhangi bir noktasında oluşan fiziksel bir tahribin biyolojik etkileri o noktadaki sinir hücreleri (nöronlar), tarafından beyne iletilir, vücut ile ruh arasındaki aracı organ olan beyin ise bu biyolojik tolerans dışı etkinin mahiyetini ruha bildirir. Böylece acı hissedilmiş olur. Narkotik uyuşturma durumunda nöronlar belli bir oranda devre dışı bırakıldığı dikkate alındığında, söz konusu fiziksel etkinin biyolojik tolerans dışı değerleri beyne iletilmemiş ve dolayısıyla ruhun bundan haberi olmamış olur. Böylece ruh, acıyı hissetmemiş olur.
Ruhun, ya da tam ifadesiyle Ruh Kalbinin mekânı konusundaki (I) ve (II) seçeneklerini karşılaştırırsak (II) seçeneğinin doğru olduğu kanaatine sahip oluruz. Böylece sonuç olarak; Ruhun merkezi olan Ruh Kalbi ile Vücudun can merkezi olan Vücut Kalbinin tamamen birlikte ve iç içe olduklarını söyleyebiliriz. Birer bütün olarak Ruhu ve Vücudu ele aldığımızda ise Vücudun Ruh içerisinde olduğu fikrine daha mantıklı gözüyle bakabiliriz. Neden böyle yorumladığımız hususu, daha sonraki konularımızda daha iyi anlaşılacaktır. Yanlış düşünce ve kararlardan Allah (CC)’a sığınırız. Her şeyin en iyisini mutlaka ve yalnızca Yüce Allah (CC) bilir. Şüphesiz ki O, her şeye Kadirdir.

         h ) NEFİS (ŞEYTAN)
         İnsan Sistemi, her ne kadar Ruh ile Vücudun birleşiminden oluşmuş olsa da bu sistemin dışında kabul ettiğimiz Nefis Duygusunu, İnsan Sistemine olan etkileri itibarı ile Ruh’tan sonra ikinci bir yönetici olarak kabullenmek zorundayız. Hatta maalesef çok sayıda insan için birinci derecede yönetici haline gelmiştir.
İnsanı daima kötü yola sevk eden Şeytanın mazisi Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde anlatılmaktadır. İsra Suresi’nin 61-65. ayetleri ile Araf Suresi’nin 11-18. ayetleri bunlardan bir kısmıdır. Yüce Allah (CC) Kur’an-ı Kerim’in bu kısımlarında Şeytan’ın doğru yoldan nasıl saptığını bizlere açıkça bildirmektedir. Ayrıca Şeytan’a kıyamete kadar insanları saptırma yolunda müsaade edildiği yine bu ayetlerde bildirilmektedir.
         Yüce Peygamberimiz, kendisi haricinde her insanın mutlaka Şeytanı bulunduğunu Hz. Aişe’ye bildirmişlerdir. Şeytanın Peygamberimize (SAV) tesir etmesine ise Yüce Allah (CC) müsaade etmemiştir. Peygamberimizin (SAV) kalbinin yıkanması şeklinde anlatılan hadisede Şeytanın Peygamberimizin (SAV) Ruhuna tesir edemeyeceği kastedilmektedir.
Şeytan’ın insan sistemini etkilemesi direkt olarak Ruh’u etkilemesi ile meydana gelmektedir. Şeytan, hoş olmayan şeyleri Ruh’a daima hoşmuş gibi göstermeye çalışmaktadır.
Ruhun, fiziksel özellikleri anlayabilmesi için mutlaka vücut ve vücut organlarına ihtiyacı olurken; ruhsal özelliğe sahip olan şeytanın empoze etmeye çalıştıklarını anlayabilmesi için ise bunlara ihtiyacı bulunmamaktadır.
İki manevi varlık olan Ruh ve Şeytan, Yüce Allah (CC)’ın takdiri ile başka bir aracıya gerek kalmadan irtibat kurabilmektedirler. Bu irtibatı nasıl kurabildikleri noktasının ilmi Yüce Allah (CC)’ın kudretine mahsustur.
         Yüce Allah (CC), Şeytan’a uymamamız gerektiği konusunda bizleri sayısız defalar ikaz etmiştir. Zuhruf Suresi’nin 62. ayeti bunlardan yalnızca biridir. Bu ayette Yüce Allah (CC),

وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبٖينٌ

"Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır."

buyurmaktadır.
         Şeytan’ın insanları yanlış yola sevk etmesi yalnızca dünya hayatı içindir. Ölüm hadisesinden sonra Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği şekilde Ruhlar Rablerine dönmekte ve artık Şeytan onları etkileyememektedir. Zaten Kur’an-ı Kerim’de, Şeytana kötü emellerini gerçekleştirmesi aşamasında verilen sürenin kıyamete kadar olduğu ifade edilmektedir ki bu da ahiret âleminde artık şeytanın kötü faaliyetlerinin devam edemeyeceği anlamına gelir. Ahirette şeytan, ancak dünyada yaptıklarının cezası olacak olan en ağır cezalara çarptırılacaktır.

         k ) YORGUNLUK, UYKU, RÜYA VE 6. HİS HALLERİ
         Şüphesiz ki her maddenin, belli olaylar karşısında bir dayanım gücüne sahip olmasına benzer şekilde, Yüce Allah (CC)’ın yaratarak Ruhumuzun emrine verdiği vücudumuzun da çeşitli olaylar karşısında belli bir mukavemet derecesi mevcuttur. Yüce Allah (CC) Ruhu, vücudu kullanırken, onun zarar görmeyeceği mukavemet sınırları içerisinde kullanmakla yükümlü tutmuştur. Kıyamet günü Ruha sorulacak sorulardan bir tanesi de vücudu hangi işlerde nasıl kullandığı sorusu olacaktır. Bu sualin sorulması, söz konusu yükümlülüğün de aynı zamanda bir ispatı olur. O halde Ruh, vücuda fiziksel faaliyetler yaptırırken, vücudun mevcut mukavemet durumundan da haberdar olmalıdır. İşte Ruhun bunu idrakı şu şekilde gerçekleşecektir:
Vücudun her noktasının, belli bir anda mevcut olan her tülü şartları ve durumları, o nokta ile görevli Nöronlar tarafından beyne ulaştırılır. Beyinde Nörolojik haritalar şeklinde kendini gösteren bu bilgiler, ilgili vücut noktasının mevcut şartları değiştikçe buna paralel olarak sürekli değişikliklere uğrayacaklardır. Vücudun her bir noktasının yönetimini üstlenmiş olan Ruh, daha önce de ifade edildiği şekilde sürekli olarak Beyindeki nörolojik değişiklikleri takip etmekte ve bu değişimlere paralel olarak vücudun mevcut durumundan her an için haberdar olabilmektedir. Tabidir ki normalin üstünde faaliyet gösteren vücut kısımlarında belli biyolojik ve fiziksel değişiklikler meydana gelecektir. Belli faaliyet kapasitesi sınırları aşıldığı takdirde bu biyolojik ve fiziksel değişikliklerin derecesi de ilgili vücut bölgesini tahrip noktasına doğru sürükleyecektir.
         Bu anormal durumla karşı karşıya kalınmaması için, faaliyetleri sonucu organ ve azalarda oluşan biyolojik ve fiziksel değişiklikler, nörolojik yolla beyne aktarılmakta ve dolayısıyla beyni sürekli olarak kontrol eden Ruh tarafından algılanmaktadır. Böylelikle vücudun ilgili kısımlarının tahrip noktasına ne kadar yaklaşmış oldukları bilgisi Ruha ulaşmış olmaktadır. Bu bilgiyi nörolojik sinyalin şeklinden elde eden Ruha söz konusu sinyali okuyabilme ilmi elbette ki Yüce Allah (CC) tarafından verilmiştir. Normalüstü faaliyetler sonucunda ortaya çıkan bu biyolojik ve fiziksel değişikliklerin Ruh tarafından hissedilme mahiyeti, bir yorgunluk hissi olarak kendini gösterir. Bu bilgiyi elde eden Ruh, Yüce Allah (CC)’ın ona verdiği ilim sayesinde ilgili vücut biriminin faaliyetlerini yavaşlatması ya da faaliyetlerine ara vermesi gerektiğini idrak etmektedir. Ruh tarafından, beyin aracılığı ile faaliyetleri yavaşlatılan ya da durdurulan vücut biriminde yorgunluk esnasındaki değişiklerin tersi değişiklikler meydana gelmeye başlayacak, yani normale doğru bir eğilim söz konusu olacaktır. Bu durum, ilgili birimin nörolojik sinyallerinde de o birimin durumunun normale dönüşmeye başladığını bildirir tarzda değişiklikler oluşturacaktır. Bu ise Ruh tarafından bir dinlenme hadisesi olarak algılanır.
         Dikkat edilirse burada vücudun fiziksel faaliyetler sonucundaki yorgunluklarından bahsettik. Ruh ile vücut arasında köprü görevi yapan beyin organımız, yaptığı bu görev esnasında sanki hiçbir fiziksel faaliyet göstermiyor olarak gözükse de çok yoğun bir nörolojik faaliyet gerçekleştirmektedir. Beynin gerçekleştirdiği bu faaliyetler sonucunda, kendi yapısında da bazı biyolojik değişiklikler oluşacağı muhakkaktır. Bu değişikliklerin de beyin açısından bir mukavemet sınırı olması gerekir. Vücut azalarında olduğu gibi beyinde oluşan biyolojik değişiklikler de yine beyin üzerinde nörolojik ifadeler oluşturacak, bu nörolojik sinyaller de beynin sinyallerini sürekli kontrol eden Ruh tarafından algılanacaktır. Beyin üzerinde oluşan ve yine beynin durumunu açıklayan nörolojik sinyalleri okuyan Ruh, beyindeki biyolojik değişikliklerin normalin dışına taştığını anlayacak ve bu durumu tekrar normale çekmesi gerektiğini düşünecektir. Bu durum ise, fazla çalışmaktan kaynaklandığından, ancak beynin dinlenmesi ile sağlanabilir.
Beyin, diğer vücut azalarının dinlenmesine benzer bir yöntemle dinlendirilemez. Çünkü uyanık olan bir insan, hiçbir iş yapmasa dahi mutlaka düşünce itibarı ile bir şeylerle meşguldür. Bir insan hiçbir şey düşünmemeye gayret etse bile bu esnada dahi mutlaka bir şeyleri düşünmekte olduğunun farkına varır. Hiçbir şey düşünmemeye gayret eden bir insan, bu esnada beyni eylemsiz halde bırakmaya çalışmakta olup, bir eylemsizliği düşünmekle yine bir düşünceye sahip olmuş olur. Kısaca uyanık olan bir insanın beyninin bir düşünce ile meşgul olmaması mümkün değildir. Tabi ki burada düşünme olayı Ruhun bir faaliyetidir. Ancak Ruh’un bu faaliyeti daha önce beyin konusunda anlatıldığı gibi beynin nörolojik hareketleri sonucunda gerçekleşebileceği için, düşünmekten uzak kalamayan ruh, beyni de her an faaliyet göstermeye mecbur edecektir. O halde beynin dinlenebilmesi için tek çare insanın uyku halinde olmasıdır ki bu esnada dahi beyin tümüyle anti faal halde değildir, ancak kısmen dinlenmiş olur. İşte bundan dolayıdır ki beyin faaliyetlerinin normalin dışına taştığı hallerde oluşan nörolojik sinyallerin Ruh tarafından algılanışı, Ruha Yüce Allah (CC) tarafından bir uyku hali şeklinde akseder. Bu hisse sahip olan Ruh ise müsait vaziyeti bularak vücudu uykuya çekmeye çalışacaktır. Daha önce anlatıldığı gibi beyin haricindeki vücut kısımlarının dinlenmeye çekilmesine benzer şekilde tüm vücut yine dinlenmeye çekilerek, bu esnada yorgun haldeki beyin de kısmen anti faal hale gelecektir. Diğer bir deyişle insan sistemi uyumuş olacaktır. Bu olayda uyuyan ve dinlenen, tüm vücut olup, Ruh ise uyanık olmaya devam etmektedir. Zaten Ruh, yorgunluk, uyku, acıkma gibi olaylara hiçbir zaman maruz kalmayıp sürekli aynı şekilde her an faaliyetini sürdürmektedir. Bu manevi olgular, Ruha, Vücudu olumlu bir şekilde kullanması için vücudun durumunu anlaması açısından Yüce Allah (CC) tarafından aksettirilir ki, esasında bu olaylara maruz kalan, Ruh değil Vücuttur.
         Beynin dinlenmesi yani insanın uykuda olması hali esnasında Ruh-Vücut arasındaki köprü, tamamıyla olmasa bile büyük bir oranda ortadan kalkmıştır. Bu durum adeta insanın bitkisel hayata girmesine ya da biraz daha tıbbi bir ifadeyle beyin ölümüne benzer ve Kur’an-ı Kerim Zümer Suresi’nin 42. ayetinde,

اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ حٖينَ مَوْتِهَا وَالَّتٖى لَمْ تَمُتْ فٖى مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتٖى قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰى اِلٰى اَجَلٍ مُسَمًّى اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

"Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır."

şeklinde açıklanır.
Gerek Vücut uyanıkken, gerekse uykuda iken, Ruh beyin üzerinde oluşan nörolojik haritaları incelemeye ve böylece vücudun mevcut durumunu her an kontrol etmeye devam eder. Beyin dinlenmekteyken, yani insan uykuda iken, eğer müdahale edilmiyorsa, insanın görme ve tatma duyularının tamamen ortadan kalktığı söylenebilir. İşitme, koklama ve dokunma duyularını gerçekleştiren organların faaliyetleri ise devam etmesine rağmen, bu organların elde ettikleri veriler, beynin büyük oranda anti faal olması sebebiyle, tam olarak olması gereken şekilde nörolojik haritalar oluşturamazlar. Beyindeki nörolojik haritaları sürekli inceleyen Ruh ise bu haliyle söz konusu organların verilerinden oluşan fakat kısmen hatalar içeren bu haritaları da algılamış olacaktır. Kısmen hatalı olan bu bilgiler, Ruha vücudun gerçek durumunu aksettiremeyecek; Ruh, Vücudu gerçek mahiyetinden çok daha farklı bir durumda algılayacaktır. İşte bu olay Rüyanın belli bir bölümünün meydana gelmesi halidir. Ne gariptir ki Beyni dinlenmeye yani insanı uykuya sürükleyen Ruh, Beynin dinlenmeye yani uykuya başladığı anı bilecek bir ilme sahip değildir. Çünkü O, yalnızca beyin üzerindeki nörolojik sinyalleri takip etmekte ve bu sinyallerdeki değişmeler soncunda vücudun genelinden haberdar olabilmektedir. Anlaşılan odur ki, söz konusu sinyallerde ise beyin faaliyet durumunu bildiren bir olgu yoktur. Bu sebeple de Ruh, vücudu uyku ve rüya esnasında da faaliyette sanır. Bundan dolayıdır ki, hiç kimse uykuya tam olarak daldığı anı bilemez, ancak uyandığı anı bilir.
Uyku ve rüya esnasında Görme ve Tatma duyularımız tamamıyla faaliyet dışı olmasına rağmen rüya gören insan bu duyuları da faal zannetmektedir. O halde uyku esnasında beyin üzerinde görüntü ve tat sinyalleri olarak ortaya çıkan sinyaller, görme ve tatma duyularımız çalışmadığı halde nasıl meydana gelebilir? Bu konuda Yüce Peygamberimizin (SAV) bildirdiğine göre söz konusu sinyaller, beynimiz üzerinde direkt olarak Yüce Allah (CC) tarafından yaratılmakta veya O’nun müsaadesi ile Şeytan tarafından oluşturulabilmekte ve Ruh da bunları, oluştukları şekli ile algılamaktadır. Bu yönüyle de Rüya hadisesi böyle özetlenebilir.
Yüce Allah (CC) tarafından gösterilen Rüyalara “Rahmanî, İlahî ya da Sadık Rüyalar” denir ki bu rüyalarda insanlara tamamıyla gerçekler gösterilir. Çoğu zaman gelecekle ilgili bilgiler verilir. Elbette ki bu rüyalar büyük oranda, ancak ilmini bilen insanların çözebilecekleri şekilde şifreli olarak gösterilirler. Yüce Allah (CC)’ın Rüya aracılığı ile insanlara bilhassa gelecekle ilgili bilgi vermesi gerçekten ne büyük bir nimettir. Yüce Peygamberimiz (SAV) bu konuda “Sadık Rüyalar, Peygamberliğin kırk altı parçada biridir” buyurmuşlardır. Sadık Rüyaların şifresinin çözülme ilmi ilk defa Hz. Yusuf (A.S)’a verilmiş, sonrasında ise yayılarak bazı âlimler tarafından kitap kaynakları haline de getirilmiştir. Rüya yorumu ilminin Hz. Yusuf’a verilmiş olduğu, Kur’an-ı Kerim Yusuf Suresi’nin 6. ayetinde,

وَكَذٰلِكَ يَجْتَبٖيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْوٖيلِ الْاَحَادٖيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰى اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلٰى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْحٰقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ

"İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."

şeklinde açıklanmaktadır.
Şeytan tarafından gösterilen Rüyalara ise “Şeytani Rüyalar” denir ki yalnızca insanı korkutmak, yıpratmak, vesvese vermek, uykusunda rahatsız olmasını sağlamak gibi kötü emeller için gösterilir. İlahî Rüyalar çok açık ve net görülmesine rağmen Şeytanî Rüyalar karışık ve hatırlanması güç olurlar. Rüyalar hakkında pek çok eserler mevcut olup gerekli incelemeler bu eselerden yapılabilir.
Ruh, beynin uyanık olduğu pozisyondan uykuya geçiş anını hissedememekte, bundan dolayı kendisini ve kullanmakta olduğu vücudu, gördüğü rüya âleminin içerisinde zannetmektedir. Ancak uyanma anında, Rüya âleminde görüp yaşadığını zannettikleri ile gerçek dünyada bulunduğu şartlar arasında tamamen bir kopukluğun mevcut olması, uyku esnasında yaşadığını zannettiklerinin Rüya olduğunu anlaması için zaten yeterli olacaktır. Uyanma anından sonra da Beyin, Vücut ve Ruh normal fonksiyonlarına devam edeceklerdir.
         Son zamanlarda pek çoklarının 6. His olarak tabir ettikleri, olacak olan bir olayın olması anında ya da daha öncesinde insanın içine doğması hadisesi de temelde Rüyadan çok farklı değildir. Rüya, beynin dinlenmesi esnasında yani uyku halinde gerçekleşirken, 6. is hadisesi ise uyanıkken meydana hHis hadisesi ise uyanıkken meydana gelmektedir. Bu olaylarda da yine gerçek duyuların haricinde, beyin üzerinde Yüce Allah (CC) tarafından direkt olarak bir nörolojik fonksiyon gerçekleştirilmekte ve bu fonksiyon Ruh tarafından algılanacağı için Ruh, fonksiyonun işaret ettiği olayla ilgili Allah (CC)’ın bildirdiği ölçüde bilgi sahibi olmaktadır. Bu esnada beyin uyanık olduğundan Ruh söz konusu hissin duyu organları dışında gerçekleştiğinin farkına varmakta ve bu hissi bu yönüyle özel olarak dikkate almaktadır.
6. His, yani bir şeyin insanın içine doğması olayı yalnızca Yüce Allah (CC) tarafından ihsan edilen bir olaydır. Yani 6. His olayında rüya hadisesinde olduğu gibi insanları yanıltmak yolunda Şeytana müsaade edilmemiştir. Bu durumu 6. Hislerin gerçekten ve mutlaka meydana gelmesi hususundan anlamaktayız. O halde 6. Hissi, gelecekle ilgili görülen “Sadık Rüyalar” a benzetebiliriz. Şüphesiz ki 6. His olayı da Yüce Allah (CC)’ın, sevdiği kullarına bahşeylediği çok kıymetli bir ihsanıdır. Sonsuz kudret sahibi Yüce Allah (CC)’a her türlü ihsanlarından dolayı nihayetsiz Hamd-ü Senalar olsun. Âmin.





İnşallah,  Düzeltilen, tamamlanan ve e-kitap haline getirilen eser için tıklayınız
https://play.google.com/store/books/details?id=WM-7DwAAQBAJ  ...
© Tüm hakları Ahmet ADANUR'a aittir!